YARA…(2)

Bu coğrafyalarda yaşayan herkesin içinde gizlenmiş, açığa vurulmamış bir yara var biliyorum. Bu yara zaman zaman tek bir dil, zaman zamanda farklı bir acıyla bizi içselleştirdiklerimizle yüzleştirse de ketum kalır kimselere anlatamayız. Anlatmaktan çekindiğimiz bu yara(mız) bir gün geliyor yüzümüze bir şamar gibi çarpıyor ve yine tarih bir şekilde kendi adına makus talih diye not düşüyor hanesine… En çokta bu yaramızı sevmemiz bizim en önemli bir çelişkimiz olarak karşımıza çıkmakta. Adına aşk  deyin, özgürlük deyin, barış deyin, özlem deyin, kimsesizlik deyin, terkedilmişlik deyin, kadersizlik deyin, ötekileştirme deyin, fakirlik deyin, zulüm deyin, işkence deyin, feodalizm deyin, ağalık, aşiretçilik deyin, tutsaklık deyin, kırılmamış zincirler deyin, geri kalmışlık(bırakılmışlık) cehalet deyin, sistemin adaletsizliği deyin, devletin haksızlığı deyin vs vs vs fark etmez… hep farklı bir kimlikle karşımıza çıkan bu yara(lar) aslında aynı şeyi anlatır. BARIŞA KUCAK AÇILSIN…."İçindi..."

 

 

   Dillendirilmeyen, betimleştirilmeyen, yazılamayan anlatılmayan bir yara, kendi içinde büyür kangrene dönüşür yarayı taşıyanı “birey yada toplumu ölüme götürür. Bu yaranın içselleştirilmeyen boyutu bizi daha da belirgin bir şekilde geriye iter. Bu yara aşk ve barış ve sevgiyle sarmalı sarmalanmalı. Bilgiyle, bilimle bütünleştirmeli. Yoksa acının işgal ettiği bu topraklarda yaralar daha çok büyür, ne daha çook can alır, kan alır alırda alır....

 

Efendim, bende sizin bir kardeşiniz olarak, aynı sizler gibi bir yarası olan sizler kadar bu yarayla büyüyen sizden biri olarak, sizlerin yarasını “yaramızı” dilim döndüğünce kaleme almaya çalıştım. Yara adlı bir romanla karşınıza çıktım. Ne denli başarılı oldum bilmiyorum. Ancak, sağladığınız destek için herkese teşekkür ederim. Öncellikle ağabeyim, mamostam,  Şırnaklı Şair Salih YAYAN (Seydaye Ceger Pola)’ya öncellikle gazetemizde kendi köşesinde kitabım “yara” ile ilgili dile getirdiği o benim için anlamlı ifadeleri adına kendilerine sonsuz teşekkürlerimi sunmak isterim… Yine bunun yanında medya73 haber sitesinde yara ile ilgili yazı yazan değerli kardeşim yazar arkadaşım İsmail Özmen’e teşekkürlerimi sunmak isterim. Yüzümüz yanmamalı ve yaramızı bilgiyle sarmalamalıyız diyorum. Ve yine bana ve yara’ adına yazı yazan şiir yazan genç kardeşim Salih Durmuş’ada teşekkür ederim. Aynı zamanda bütün yaralı Şırnak’a kendi yarasına saihp çıkan herkese sonsuz şükranlarımı ifade etmek isterim… değerli ağabeyim mamostam Seydaye çiger ve sevgili kardeşim, İsmail ve Salih,  yaramıza tuz basılsa da, onu yarınlara aşkla barışla sarmalıyız ve yazmalıyız ve anlatmalıyız haldan bilmez kahpe yalana diyorum… teşekkürler.

 

 

 

Aslında, Bu Şırnak’ın Kürtlerin Ortadoğu’da acıların işgal ettiği kanla sulanan bu coğrafyaların yazılmamış bir yarasıdır. Bu roman, tarihe tanıklık edecek birçok vakayı içinde barındırmakla beraber, sancılarla dolu bu coğrafyada yaşayan insanların barışa ve özgürlüğe susamışlığının içselleştirilmesidir. Bende naçizane karınca kararınca dilimin döndüğü kadar makûs talihimizin değişimi noktasında Ülkemizde barış ortamının yaratılmasına bir nebze katkı sunmayı amaçladım. ve birilerini de gerçekleri ile yüzleştirmeyi hedefledim. Artık bu topraklar kanla, gözyaşı ile, şiddetle, ölümlerle değil aşkla barışla anılmalı, bu ketum coğrafyanın barış dilinin tüm dünyaya haykırması mesajını yansıtmaya çalıştım. Dilerim ki bir an önce barışa susamış bu topraklarda kendine yer açar barış. 1990 ile 97 yılları arasında özelde Şırnak, acıyı en şiddetli bir şekilde yaşadı.  Faili meçhul cinayetler, öldürülüp kuyulara atılan bu coğrafyaların insanları olan Kürtler, yerlerinden köylerinden olan milyonlarca insan, işkencelerle kırılan umutlar bir yerde savaşı tetikleyen nedenler olarak insanların ruh dünyasını darmadağın etti. Bu dinmeyen yara, hala bir şekilde ne yazık ki devam ederek, Kürt ve Türk Annelerin gözyaşlarının sel olmasına neden olmakta. Son dönemlerde Silopi’de Cizre’de açılan ölüm kuyuları ve bu kuyulardan çıkan insan kemikleri de bunun en belirgin noktasıdır. Bunu o dönem bunu yapanlarla işbirliği içerisinde olan Abdulkadir Aygan ve diğer itirafçılar da net bir şekilde ifade etmekteler. Ki, onların gösterdikleri yerlerde de bir çok sahipsiz insan mezarları çıktı. Bu bir toplumun bir halkın çok acı bir tarihidir. Hiçbir halk böylesi bir talihle birlikte yaşamak istemez.  Bugüne kadar bu bölgede yaşanılan insanı kıyımlar üzerinde bir çok film çevrildi kitap yazıldı. Ancak işin daha ilginci bizim çektiğimiz acılar üzerinde film çekenler örneğin Mahsun Kırmızıgül’in güneşi gördüm filmi gibi sanatsal çalışmaları yapanlar, bir zamanlar “ben bir Kürtçe şarkı söylemek istiyorum diyen Ahmet Kaya’ya” çatal fırlatanların arasında yer almışlardır.

 

Bunu iyice anlamak lazım ki bu tür insanlar, kendilerinin yaptığı anlattığı sancıların hiçbir yerinde yer edinmiş değillerdir. Hakeza bu sancıları acıları ölümleri yaşayan bizleri yazanların bir çoğu da o karanlık dönemlerde savaşı körükleyen faşizan tavırlar içerisinde olduklarını biliyoruz. Ancak, ne oldu da bu insanlar birden demokrat oldular, film çektiler kitaplar yazdılar, Kürtlerin sorununa değindiler? Bu çok ilginç bir ironi olarak karşımıza çıkmakta…

 

       Sanırım artık Kürtlerin çektiği acılar bir rant kapısına dönüştü. Ve adeta yeni bir “kan ve acı gözyaşı” sektörü oluşturuldu. Bizlerin acıları, ölümleri gözyaşları “tarihleri karanlık olanlara” milyonlarca para kazandırıyor. Biz, bizzat bu işkenceleri yaşayan, ölen, öldürülen, öldürülüp dipsiz kuyulara atılan, acılarla yaşayan yaşatılanlar olarak böylesi kirli bir sektörü red ediyoruz. acılarımız sırtından rant sağlamaya çalışanlar, film yapanlar, kitaplar yazanlar samimi olsunlar diyoruz. Onlar, önce kendi gerçekleri ile yüzleşip bizlerden “Ahmet Kaya’lardan!” önce bi özür dilesinler diyorum…

            Ne yazikki, Bu güne kadar olayların tamamen dışındaki olanlar, bizi yazdı. Bende bundan yola çıkarak neden bizzat olayların merkezinde olan bizler, bizzat olayların tanığı olan bizler, kendimizi yazamıyoruz dedim. ve yara’yı kaleme aldım. İyice irdelendiğin de bu yaranın aslında kanla sulanan tüm Ortadoğu’nun, Kürtlerin, kıyımlara uğrayan Ermenilerin, Asurilerin, Yezidilerin, hakeza yine Türk’lerin bir yarası olduğu görülecektir.   Bu kitabımı, canlarını ölüm kuyularına verenlerin yakınlarına tarihe bir not düşürmek adına atfediyorum. dedi

 




‘Bu kent ölü değildi’

“Güneşin ışıkları karanlığı yavaş yavaş aydınlatıyordu. Ama yine de geceydi ve ölüm kokuyordu. Gece ile birlikte şehir de ölüm kokuyordu. Hüseyin, ölüm kokan bu şehrin sokaklarına doğru yöneldi. Sokaklarında ilerlemeye başlarken bu şehri ne kadar çok sevip sevmediğini düşündü. Seviyordu Hüseyin. Bu şehirde ona göre öyle bir ritmi vardı ki, bu dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Her ne kadar ölüm çok olsa da bu kentte ve çocuklar babalarına erken veda etseler de, kuyular bu şehirde ölümlerle, kuyulara atılan ve asitlerle eritilen cesetlerden arta kalan kemiklerle- kafatasları ile anılsa da ve ölümle gençlik bir arada yürüse de, bu kent ölü değildi. Sürekli ölen ve öldükçe de çoğalan bir yaşamdı bu şehir. Bunu biraz dikkatle etrafına bakan herkes görebilirdi. Bir güneş tapınağıydı bu şehir. Güneş ışıklarının eksilmediği, büyük aşkların yeşerdiği, şairlerin yetiştiği ve güneşin kutsal olduğu bir tapınaktı bu şehir...”

12.05.2009

 
 
 
 

Copyright © 2008 Dündar Sansur.Her hakkı saklıdır.

www.dundarsansur.com

Tasarım:Faruk GÜNEŞ