Kalbimizde Yaşayacaksın” Mehmed Uzun…”

Geride bıraktığımız hafta ünlü Kürt edebiyatçı yazar Mehmed Uzun, yakalandığı hastalığa ”mide kanseri” yenilerek hayata veda ederek, Kürt Edebiyatını adeta öksüz bıraktı. Yıllarca siyasi yasaklı olarak sürgün hayatı yaşayan Mehmed Uzun, dünya edebiyat klasikleri arasına girecek eserlerle bir dilin bir kültürün yok olmaması için çalıştı. Ve bir ömür adadı…

 Bu çalışmalarından çıkan eserlerle sonsuza kadar yaşayacak olan Mehmed Uzun’u Kürt edebiyatının en önemli idolü olarak, tarih altın harflerle hanesine yazacak. Rahat uyu büyük üstat…

 Mehmed Uzun’un acı vefatının ardından ulusal basının en gözde yazarları da Uzun için üzüldüklerini anlatırken aynı zamanda Mehmed Uzun’u kendi köşelerinde yazarak, Ünlü Kürt Edebiyatçı Mehmed Uzun’un dünya edebiyatı için önemli bir şahsiyet olarak sonsuza kadar yaşayacağını ifade ettiler. Bende, Milliyet yazarları, Hasan Cemal, Can Dündar ve Derya Sazak’ın Mehmed Uzun için köşelerinde dile getirdikleri duygu dolu ifadelerini sizlerle paylaşmak istedim…

 

Sizleri Milliyet Gazetesi yazarlarının Büyük Üstat Uzun için yazdığı yazılarla baş başa bırakıyorum;”Mehmed Uzun'u kanser midesinden vurmuştu. Belki de uzun sürgün yıllarındaki kahredici çalışmaların acı sonucuydu bu. Ben böyle deyince, başucundan hiç eksik olmayan eşi Zozan başıyla onaylamıştı.
Mehmed Uzun, modern Kürt edebiyatının en büyük ismi, Yitik Bir Aşkın Gölgesinde adını taşıyan romanının ön sayfasına, "Sevgili Hasan Cemal, sürgünden söz etmek hep zordur, söz gırtlakta kalır" diye yazmış...
İsveç'teki uzun sürgün yıllarından sonra "Yukarı Mezopotamya'nın şifa kaynağıdır" diyerek geçen yıl iyileşmeye gelmişti Diyarbakır'a.
Hastanenin önünde, Darkapı Meydanı'nda onun için divan kurmuştu Deng Bejler. Şeyhmus Diken'in deyişiyle, "Sözün bitmediği yerden seslenen" Deng Bejler, Mehmed Uzun bir an önce şifa bulsun diye Kürtçe şarkılar, türküler söylemişlerdi ona, Kürtçe destanlar okumuşlardı.
Mehmed demişti ki bana:
"Çocukluğumda Deng Bejler vardı evimize gelen. Onlar, Kürtçe sözlü anlatımın ustalarıydı. Kürt klasik şarkılarını, destanlarını evimizde söylerlerdi."
1953 Urfa Siverek doğumluydu.
"Geniş bir aşiret eviydi" diye anlatmıştı, "Evde, mahallede Kürtçe konuşurduk. Anadilimdi Kürtçe, konuşma dilim. Ama bana okuma yazma öğreten olmadı. Yıllar sonra 12 Mart'ta (1971) hapishanede öğrendim Kürtçe okuma yazmayı. Musa Anter'le amca oğlum Ferit Uzun öğrettiler."
Yediği o tokadı da unutmamıştı:
"Siverek'te ilkokulun birinci günü bir tokat yedim, bugün bile aklımdan çıkmaz. Okul bahçesinde sıraya girmeye çalışırken aramızda Kürtçe konuşuyorduk. Bir tokat attı İstanbullu yedeksubay öğretmen, Türkçe konuş diye. Ama Türkçe bilmiyordum ki..."
Şöyle devam etmişti:
"Bir tokatla tanıştım Türkçeyle. Benim anadilimle bağım böyle koptu. Eğitim dilinin, kültür dilinin Türkçe olması, Kürtçeyle bağımı kopardı. Dili yasaklamak insanlık suçudur. İnsanı anadilinden koparmak vahşettir. Bir insanı kendi dilinden koparmak, insanın ruhunu, kişiliğini zedeliyor, gelişimini engelliyor. Bence bu Kürtçe yasağı, Türkiye Cumhuriyeti'nin en büyük yanlışlarından biriydi."
Babası evde Kürtçe şarkılar söylermiş, Kürtçe'yle bağları kopmasın diye... Kürtçeye hakaret, 12 Mart'lı yılların bir başka acısıydı Mehmed Uzun için.
Şöyle demişti:
"Hapishanelerde, mahkemelerde Kürtçeye çok hakaret ediliyordu. DGM'de askeri savcı, iddianamesinde Kürtçe diye bir dil yok diyordu. Nasıl olur? Ben bu dille doğdum. Anamla babamla bu dili konuştum. Kürt yok, Kürtçe yok dediklerini duydukça, o kadar kırılıyordum ki... Mahkemede, böyle bir durumda, insan kendini çok güçsüz hissediyor, çaresiz hissediyor. Böyle hukuk olur mu diye haykırmak geliyor içinden... Böylece bir duygu tomurcuklanması yaşamaya başladım hapishanede, modern bir dil olarak Kürtçe'yi edebiyatta kullanmak için..."
Zorluğunu şöyle anlatmıştı:
"Kürtçe roman yazmak, Türkçe ya da Farsça yazmak gibi değil. Çünkü senin dilin yasaklı bir dil. Eğitimden, iletişimden, modern yaşamdan uzaklaşmış bir dil. İğdiş edilmiş bir dil yani. Bu dille zengin, modern bir edebiyat yapmak çok zordu. Kürtçe roman yazmaya başladığım zaman elimde Musa Anter'in 1960'larda hapiste hazırladığı incecik bir sözlük vardı. Bir de Mehmet Emin Bozarslan'ın sözlüğü, 19. yüzyıldan kalma bir sözlüğün çevirisi... Türkiye'ye gelemiyordum. Daha çok Suriye'ye gidip Kürtlerle, halktan insanlarla, amatör şair, şarkıcılarla, Deng Bejlerle birlikte oluyor, Kürt dilini keşfediyordum. Çiçeklerin, ağaçların, kuşların Kürtçe isimlerini öğrenip kaydediyordum. Diaspora'da benden önce yapılmış Kürtçe edebi çalışmaları, dergileri, kitapları tarıyordum."
İğneyle kuyu kazmak!
"Kahredici bir çalışma, sonunda midene vurdu anlaşılan" demiştim. "Galiba öyle" demişti Mehmed Uzun. Odanın bir köşesinde, hüzünlü bir yüz ifadesiyle bizi izleyen Zozan, başıyla onaylamıştı sessizce...
Böyle sohbet etmiştik saatler boyu.
Geçen yılın kasım ayıydı.
İki hafta öncesine gelince...
Mehmed Uzun'u Diyarbakır'da, hastane odasında ziyaret ettik. Aletlere bağlanmış yatıyordu sevgili kardeşimiz. Silah seslerinden rahatsızdı. "Silahları susturmak için, barış için bir şeyler yapmamız lazım" demişti. Hastaneden çıkınca kolları sıvamaya söz vermiştik ona...
Önceki gün öldü Mehmed Uzun.
Canım yandı.
Bir varsın bir yoksun, hayat böyle.
Ama Mehmed Uzun, modern Kürt edebiyatının en büyük ismi, kitaplarıyla hep yaşayacak aramızda...
Mehmed Uzun'u sevenlerin ve Zozan'ın başı sağ olsun.

Hasan CEMAL  13 EKİM. 2007KAYNAK”http://www.milliyet.com.tr/2007/10/13/yazar/cemal.html”

Dery

Mehmed Uzun'u kaybettik. 'Barış sadece ölümsüz bir eser değil, insan aklının yarattığı en önemli erdemli iştir' diyen bir aydın, modern Kürt romanının kurucusu sayılan bir edebiyatçıydı. İsveç'teki sürgün yıllarında Kürt edebiyatı üzerinde çalışarak 'yasaklı dilden' onlarca roman yazmıştı.
Güneydoğu'da şiddetin yeniden tırmanmaya başladığı dönemde hiç vazgeçmediği barışçı söylemi nedeniyle PKK'nın da hedefi haline geldiği öne sürüldü; uzun yıllar boğuştuğu davaların ardından kansere yakalandı ve 'Beni Diyarbakır iyileştirir' diyerek tedavi için Türkiye'ye döndü.
Gelecekten umutluydu:
"Ben Mezopotamya'nın kutsal gücüne hep inandım. Bunu romanlarımda anlattım. Ölüm döşeğindeyken Diyarbakır'a gelişimin bir sebebi de buydu. Bu toprakların şiddetin, çatışmanın, geri kalmışlığın mekânı haline gelmesi beni çok üzüyor. Mezopotamya'nın tekrar eski işlevine dönebileceğine inanıyorum. Bunun için demokrasi gerekli, ciddi reformlar ve uygar bir yaşam tarzı gerekli. Bu topraklar tarihte ilk uygarlıkların, bütün yaratıcı eylemlerin, düşüncelerin oluştuğu yerdir. Dillerin, dinlerin, kimliklerin, kültürlerin birlikte yaşadığı yerdir. Mezopotamya sabrın ve mucizelerin mekânıdır."
Radikal'deki son röportajında, "Devlet birazcık demokrasi, hak, hukuk özgürlük kanallarını açarsa, PKK dağdan inecek. Ve bu iş çözülecek" umudunu dile getirmişti, Mehmed Uzun.
Terörü bitirecek formülü bulmuş gibiydi: "Türkiye Kürt sorununu çözmüyor. Çözmediği sürece başkası gelir bunu kullanır. Kürtler, kendisine şiddeti kim öneriyorsa ona kuşkuyla bakmalı. Şiddet, Türkiye'yi demokratikleşmeden uzaklaştırıyor, derin devleti, otoriter güçleri, milliyetçiliği güçlendiriyor.
Acıyla girdiğimiz bayramda 'barışın erdemi' üzerinde düşünmeliyiz.
Yoksul Anadolu çocuklarının Gabar dağlarındaki trajedisinden sonra artık kan dökülmesin istiyoruz. Mehmed Uzun'un vasiyetini sahiplenelim:Şiddet son bulsun! Derya Sazak,  KAYNAK”http://www.milliyet.com.tr/2007/10/13/yazar/sazak.html”

Derler ki, filler öleceklerine yakın sürüden ayrılır ve bir başlarına, doğduğu topraklardaki mezar yerlerine yürürlermiş.
Kendilerinden öncekilerin de yaşamla vedalaştığı anayurtlarına yorgun adımlarla yaptıkları bu son yolculuğun ardından bir mağarada inzivaya çekilir, ölümü beklerlermiş.
Asırlar sonra toprak kazıldığında, ille kendi toprağına gömülmek için ölüme yürüyen yaşlı fillerin toplu mezarlığında, kemikleri yan yana, koyun koyuna bulunurmuş.
* * *
Böylesi bir son yolculuktu Mehmed Uzun'unki...
O da uzun bir sürgünde, "içindeki canavar" vücudunu hepten işgal edince anayurduna dönmüş, doğduğu coğrafyada ölmek istemişti.
Toprak çağırmıştı sanki...
4 ay önce görüşmüştük, Diyarbakır'daki Hamravat evlerinde...
Hazirandı.
Şeyhmus Diken'le bizi karşıladığında doktorunun el sıkışma, kucaklaşma yasağını delmişti; içtenliğin karşı konulmaz coşkusuyla...
Bir gül bahçesinin ortasında oturmuş, söyleşmiştik. Üzerinde çalıştığı yeni romanı göstermişti, sevinçle...
Yasak bir dilde yaşamıştı uzun süre...
Anasından duyduğu, rüyasını gördüğü dilde konuşması, yazması yasaktı. Ama o, konuştu, yazdı.
Bu yüzden de erken yaşta sürgünle tanıştı.
Yasaklanmış, kovulmuş bir dili, sürgünde yaşattı, büyüttü ve nihayet onun sürgün vermesine, salıverilmesine de tanıklık etti.
Biz gittiğimizde kendi yurdunda, anadilinde basılmıştı kitapları:
Yorgun gözlerinden sıcak ışıklar saçarak "Hep hasretini çektiğimiz şeydi bu" demişti:
"Kitapları getirdiklerinde öyle mutlu oldum ki... Bir şarap açtık arkadaşlarla, kutladık."
* * *En çok da barışı konuşmuştuk o gün...Uğruna kabristanlar doldurduğumuz o yaralı kuşu..."Hem Türklerin, hem Kürtlerin politikası tıkandı" diyordu.
"Eski dar ideolojik kalıplardan kurtulmamız, demokratik bir evrim geçirmemiz, yeni bir heyecan yaratmamız lazım. Kavgaya değil, sükûnete ihtiyacımız var."Bir akil adam sağduyusuyla konuşuyordu.Hem herkese kızarak, hem herkesi kucaklayarak...
Farklılıklardan ziyade, ortaklıkların altını çizerek...
* * *Lakin, eski bayramların tadı gibi azalıyor paydalarımızın ortaklığı da...
Ben ki sevmem, öyle herkesin aynı telden çaldığı, tek tip hassasiyetleri... benzerliklerden ziyade farklılıklara tutkunumdur.
Yine de bilirim ki, onca çiçek bunca farklı açıyorsa da, hepsi aynı suyun, aynı toprağın, aynı güneşin mahsulüdür.
O sudan, o topraktan, o güneşten mahrum kalırlarsa kururlar.Ve birbirinden farksızdır kurumuş çiçekler...
O yüzden ortaklık bağlarını önemserim. Anayasada yazılanların ötesindedir o bağlar...Mesela Babam ve Oğlum'un aynı sahnesinde akan gözyaşındadır.Sarı Gelin başladı mı kendiliğinden mırıldanan dudaktadır.Bir toplu kahkahada, bayramda, güllaçtadır.
* * *

Çok fark etmesek de, bizi bize bağlayan o kıymetli bağlardan biriydi Mehmed Uzun da...
Onu bildiğinden anayurdunda ölmek istemiş, uzun bir yolculuğun ardından doğduğu topraklarda inzivaya çekilip eceli beklemişti.
Muhtemelen yokluğunu, varlığından çok hissedeceğiz.
Onca arzuladığı barışı göremeden ölmesine kahredeceğiz.
Ve yıllar sonra kana doymuş toprak kazıldığında onu da, o yaralı kuş uğruna kabristanlar dolduranlarla birlikte yatar bulacağız;
....yan yana, koyun koyuna...”

 Can DundarKAYNAKhttp://www.gazeteoku.com/go.php?link=http://www.milliyet.com.tr

RUHUN ŞAD OLSUN BÜYÜK ÜSTAT…

Sevgi ve Barışla kalınız…

15.10.2007

 
 
 
 

Copyright © 2008 Dündar Sansur.Her hakkı saklıdır.

www.dundarsansur.com

Tasarım:Faruk GÜNEŞ