“MEM-U ZİN’E…” VE SİZE(!)

Bir çığlık yankılanıyordu, bütün bir şehrin üstüne, yer-gök sarılıyordu, kulak zarlarını patlatan bir çığlığın sesi kendi dilinde amansız bir sahipsizliğin hastalığına haykırıyordu. Bütün caddelerinde izi vardı bu kentin, ellerine uzanan bir elin eli bulunamıyordu, çünkü bütün eller kirliydi ve kirlenmişti. Kirliliğinde temiz bir yüreğin izi de silinmişti bütün yüreklerin bu kente. Gözleri yitik bir tarihin derinliğinden geliyordu bu ses, ey Botan, ey Mirlerin, Beglerin,  Alimlerin dergahı Cizir-a bota; sen böyle yetim mi bırakılacaktın, bir yetimliğin kendi potasında sahipsiz bir mezar gibi terk edilecek kadar bağrında böylesi taş yüreklerimi barındıracaktın…

Bir çığlıktı gecenin üzerine çöktüğü bu kentin, gecede kasvetli bir mehtap’ı barındıramıyordu kucağında, yakamozları yoktu Dicle’nin… Bırca-belek öksüz bir çocuktu, bir bir gidiyordu sevgili dedikleri, yalnız bırakılan bir kavganın orta yerinde hançerdi kalbine sapladıkları, kan akıyordu kırmızı kırmızı gözlerinden toprağa, toprak yeşermiyordu utancından, üzerinde böylesi haince bir yaşamı barındırdığı için… Bir destana gönül veren binlerce aşktı, referansını sevdasından aldığı bir çift yürekti, bütün aşkların ketum arsızlıkları…

Ne yazar aşkta bitmişti, bitirilmişti sömürülen bir duygunun duygusuzluğunda soyut bir selamdı okunan tezat dualar…

Gel diyordu, melül bir bakışın aşk kokan dili, gel diyordu, kurtar bu densizliğin kahredici izlerini yüreğimden, gel diyordu, yeniden doğayım senin uzattığın ellerinde, yeniden bu vereyim bir nergis gibi kök salayım eteklerinde Cudi’nin ve bağrında bu kentin… Ve gelmez oluyordu, seni şiirlerine konu alan, şarkılarına nota kılan,düğünlerine vazgeçilmez konuk yaptıran ve kendi varlıkların da seni bir can kılan paradoks türevler…

Sen ağlıyordun, bulutların öfkesine uzanıyordu haklı öfken, bulutlar öfke olup yağıyordu Cizra Botan’da, Dicle hırçın bir aslandı, derinliklerinde sen yatıyordun tarihin seni yazdığı tarihti bu hırçınlığın hiddetti….

Ama uykusundan uyanamıyordu insanlar, ölü bir şehrin yaşayanları kendilerine bir yansıma seçerek ölümü yaşam seçiyorlardı.. Oysa yaşam sahiplenmeydi, dehasa bir kültürün mirasına el uzatmaktı, kendi kaderine terk edilen bir dehayı yeşertmekti yeniden, ses olmaktı sesine tarih ve kültürün…

Daha ne zamana kadar böylesi bir kahredici acıyı yudumlayacak terk ediliş, daha ne zamana kadar böylesi çarmıhta kalacak yüreğin kanayan gözleri. Daha ne zamana kadar kırılacak sahipsizliğin, yetimliğin, öksüzlüğün kadersizliğin kör dili.. Daha ne zaman son bulacak, vahaların seraplarında görülen göllerin aldatılışı.. Daha ne zaman uyanacak ölüm uykusuna yatan Cizra Botan’ın torunları, ne zaman derken, zaman belirleyecek, yargılanan bir idamın cellatları olacak bu sahipsizliğin haykırışı…

Ey mitoloji, ey Mezopotamya,ey Cizra Botan’ın bağrında yeşeren bir tarihin karanfilleri Mirler, Begler, Melaye Cezeri ve ey Ehmedi xane;gittiğinizden beri kalmadı sözcükleri aşkın, kalmadı o medreselerin ilim kokan sevdası, gittiğinizden beri, gök o eski gök değil,yer bıraktığınız gibi sevgi doğallığında değil,yağmurlar kasvetinden eser bırakmadı, Bırca belek bıraktı gövdesini toprağa. Gittiğinizden beri, bir başka siz doğmadı, bir başka kelam aşka kalem olmadı, bir başka yürek siz gibi aşka tercüman olmadı tecelliyi nurlandıran bir başka tarih doğmadı,

Bir çığlık hala yankılanıyordu bütün kaldırımlarında Cizra Botan’ın, ateşti bu çığlığı amansız kılan, sahipsizliğin kırılganlığıydı bu küskünlüğün ağlayışları, ve hala boşalıyordu gözlerinden kan tarihin… Ve hala yokluklarda öylece duvarlara kazılıyordu bir efsanenin diş geçirmeleri… Yetsin diyordu, durdurun artık diyordu, bu sahipsizlenmeyi, bu kadersizliğine terk edilişi. Dursun diyordu, bitsin diyordu, duyulsun diyordu bu çığlığımız Cizra Botanda…

Biz tükenmeden yangınlarında kül, közlerinde ateş olup sizi yakmadan diyordu

                                                                                   MEM VE ZİN…

Not; Cizre’de bulunan Mem-le Zin’in türbesini görenler bir tarihi mirasın ne kadar REZİLCE kendi kaderine terk edildiğini de görmüşlerdir… Bence onlar bunu asla hak etmiyorlar. Asıl utanması gerekenler onları böylesi rezil bir durumda bırakan bizleriz…

Lütfen artık, onların türbelerini onarıp yeniden restore ederek bir nebzede olsa kendimizi affettirip, büyük bir efsane olan bu tarihi mirasımıza sahip çıkalım artık diyorum…

                                                        Bu bir çığlıktır ve bu bir çağrıdır herkese…!

02.12.2006

 
 
 
 

Copyright © 2008 Dündar Sansur.Her hakkı saklıdır.

www.dundarsansur.com

Tasarım:Faruk GÜNEŞ