Şehri Mezopotamya’da Gece Akdeniz kokarken, hüzün baz bir eflatun gülüşü olur, kimselere anlatamadığım kimsesizliğim. Yaram kanarken, Eteklerinde Cudi'nin sabahın kızıllığında bir gözlerim boğulanır bir sözlerim…
Ketum bir yarına mışlı bir umut kalır bana sadece ve sadece…
Hani olur ya, herkesin zaman zaman sahteliklerine derinlik kazandırmak amacıyla maskelerini saklama savunmasındaki o lağım çukurlarını andıran ruh ve yürek kokuları… İşte bilinmeyen bir girdaba bir kapı daha açılır adına şifre dedikleri rakamlarla bir simetriye. Sahtelikten ne kadar uzak temiz “yüz ve ruh ve yürek” neyse, kirletilen duygulara da o kadar nötr değildir adına sevgili dediğimiz!
Koynunda bir ahu-zinin gülüşüne ve katıksız bir katliamın diğer adı olur karanlığın şeffaf olamayan sevişmeleri…
Ey sevgili, ben seni arıyorum er nerdeysen, ama biliyorum sen, sende olduğumu bilme yetisine olan psikosomatik sadizmi yaşıyorsun. Ve bunu sevmediğim savaşıma karşı güdülerle büründüğün kimliğini ret ettiğim o (tensel- bedensel) zırhlarınla geliyorsun bana… Gidebilme tutkusu bir aşkın tınısına dönüşme paranoyasıdır (mış) gibi dem(in)lerin…
Bilmiyor değilim sevgili, görmüyor da değilim, hissetmenin sadece tensel dokunuşundaki Nirnavası ancak ruhla gerçekleşir. Bunu sende biliyor(sun) gibi yapma ustalığına şaşkınlığımdır büyümeyen ellerimin çizgilerinde saklı olan sahteliğine kaş çatılmam.
Ben mutlu olmayı arıyor değilim,aslında aradığım haza varmak ta değil,yada hazzın libidodan kaynaklanan bir meta olduğunu da ret ediyorum. Ancak ruhla bütünleşirse temiz olan kalır geriye. Yaşanmışlık bir korkunun yarına uzanmasıdır sendeki Narsizmin Fondemantalizmi…
Senin sadece kendini sevmendir, bütün kavgalara verdiğin ve yüklediğin vizyon ve misyon.
Sen aşkla bütünleşmişsin aşkınlığın sendeki varsayımı, fizikle kimyanın yan yana duruşu gibi Real bir karışım kadar gerçek. Ve Bir sarmaşık gibi tutkun!...
Sarmaşık nasıl aşık olduğu ağacı sarmalayıp, önce gözünü kör eder, sonrada ağacın dünyayla bütün iletişimlerini keser ve daha sonra aşkınlığın melankoliğinden ağacı korutur. (yani ölesiye bir aşkınlık) Sende öylesine kendine olan aşkınlığınla önce duyularını sonra kendini öldürüyorsun… Farkın şu, sen sadece kendine aşıksın. Ve bu kendine aşkınlık o derece yoğunki, bir başkasının sana aşık olma ihtimalini bile bütün benliğinle karşı koyuyorsun. Kendini kendinden bile kıskanmalarındır bir başkasına kapıları kapatma korkusu. Oysa korkulacak bir şey olmamalı, bir şey kendi ekseninden çıkarsa, girdiği yörüngede bile zarar görecek olan yine kendisidir sen değilsin sevgili….
Bu denli kaotizmi ve gizemi oynama rolüne girmenin bir karmaşaya dönüşmesi değildir. Bunu da görmek zor değildir. En azından benim için. Yalın gelmeli, yalın olmalı yalın ve pervasız bir çocuk tutmalısın ellerimi.
Silahı değil, barışın ruhuyla kanatılan ellerimin yüreğini okşamalı o ellerinin dokunuşları. Ben sendeki umudun güzelliğini görüyorum,ısrarla kirletmelerine rağmen ve sana rağmen,hala çocuk kalan bir gülüş var sende görüyorum ve o kalp yine dün gibi hala çocuk, yaralı, derin, hüzün girdabı…. Sevgili, kilit vurma yüreğine ve ruhunun berraklığına kepenkleri!.
Sürülmüşlük bir mülteci kalmamalı ruhunda, yoksa hiçbir yürek ülkesi senin ilticanı kabul etmez. Ki kabul edenlerde bakireliği pazara düşmüş bir fahişe gibi seni mış gibi okşar. mış gibi sever mış gibi sevilirsin. Etrafında takla atanların Maskeleri havada uçuşur aynadaki yansıması bile metabolizmasını parçalar. Göremesin..
Sevgili, sende yürek adına ne çok kirlenmişlik kalmıştır geriye.. çok sonra anlarsın ya artık giden bıraktığın yerde yoktur artık vs...
Ben, bu oyunda mayın korkularıyla kendi dilinde bir kaçakçıyı oynadım hep, kendi yurdunda yüreği mayına basılan… Ama umuda yara almadan anka kuşu gibi durmadan sürrealizme savaş açan…
Gitme paranoyasına bir atıfta sen tutunabilirsin ancak isyanın bana geçmez sevgili... Aşkınlığın dilinin hislerle anlaşıldığını çok iyi bilirim. Sen o hissi versen de vermesen de ben aşkınlığa aşığım, artık sana olmam zaten mümkün değil sevgili!
Korkularına yenik düşüp sarıldığını iddia ettiğin yalnızlığında seni terk eder, sonra da kravatları ve etekleri lağım çukurları gibi kokan kitlelerin kalabalıklarına karışır gidersin...”ve gidersin” arkanda bıraktığın depremin altında kalan binlerce ölü cesetlerinin yürek ve gözlerini kanattığın sevginin kan izleri kalır.. ellerine ve saçlarına ve dudaklarına sinmiştir o kan izleri...bir ömür geçmeyecek o iz.........
Değerin hak edene verilmesidir mevzu, gerisi mış gibidir(yani seviyor(mış) okşuyor(mış)dokunuyor(mış)gülüyor(mış)anlıyor(mış) yani mışlığın çoğul paradigmasıdır bütün mesele…
Sen zaten hak edersen istemesen de o aşkınlık yaşanır ha sensiz ha seninle…
Ama Aragon’un dediği gibi gerçekleşmez aşk..mutlu aşk olunmasa da Yaşamak adına mutlu paylaşımlarda bile adı olmalı.
Samimiyet ve dürüstlük kavramlarının içi boşaltılmayan şemasıyla yürek sevişmeleriyle ancak… Benim gördüğüm, “mutlu kadın yoktur.” Aragon da kavramsal çoğula bunu eklemeliydi ”YANİ MUTLU KADIN YOKTUR!” Mutlu aşkın olmaması da işin çabası.! Ve sevgili; sen ruhunun ve yüreğinin kokuşan elbiselerini çıkartmadan arınmasın arınamasın. Yada ben hissetmeliyim o yıkanmışlığını…
Gidersen de kalırsan da umarsız ve sadece sen olmalısın. İçindeki güzellik yada çirkinliktir bakışlarına yansıyan. “emin ol.” Bunu kaçıramasın benden sevgili... Ben yürek gözüyle görürüm sen bunu bilirsin ya neyse?
Kısaca can,
Omuzları düşmüş basamaklardan inerek hiç bir mutluluk kıtasına varılamayacağını anladım. Anladım ki, herkes kendi yarasını kanatır içinde ve her acı bir başka acıya açılan kapıdır aslında….
Uzandığımız her nehirde bir mutsuz yaşamın tortusu seyrediyor şimdi. Şimdi eski aşk yaraları dökülüyor ömrümün kıyılarına, terkedilmişliğin hüznü vuruyor sulara...
Anladım ki, her gidiş bir dönüşü anlatmıyor...
Her aşk bir mutluluğu…
28.12.2006